Friday, April 11, 2008

Arnavutluk Hatıraları

İstanbul’dan eski ve küçük bir uçakla Arnavutluğa doğru yola çıktık. Uçağın neredeyse tamamı bizim kongreye katılacak akademisyenlerle dolu idi. Yolculuk epeyce sarsıntılı geçti. Bir de yanımızdaki bir akademisyen arkadaşın bu ilk uçuşu imiş. Bir o yana bir bu yana sallanıyoruz. Bazı arkadaşlar epeyce tedirgin oldu. Neyse ki sağ salim Arnavtluğa vardık çok şükür. Uçaktan inince bizi karşıladılar. Ve hemen Turgut Özal Türk kolejine gittik. Öğlen yemeği ve öğrencilerin hazırladığı kısa programın ardından Dures’te bir gezinti yapıldı. Şehir Adriyatik kıyısında güzel bir sahil şehri. Adriatik kıyısında kahve içtik. Ardından Tirana geçerek TÖK’de akşam yemeği yenildi. Nefis bir yemek hazırlamışlar. Yemekten sonra kısa konuşmalar yapıldı, daha sonra otellere geçerek odalarımıza yerleştik.

Ertesi gün sabah saat 8 de kahvaltıya indik. Kahvaltı kültürleri oldukça farklı sıcak çay içmiyorlar. Meyve suları..vs..zorla bir çay geldi o da yeşil çay.

Daha sona Kruja’ya doğru yola çıktık. Kuruja dağların eteğinde bir şehir. Tarihi bir Osmanli kasabası. Bir bektaşi şehri. Tekkesi, camii güzel bir Osmanlı çarşısı küçük dar sokaklar. Tarihte bir yolculuğa çıktık adeta; kendi benliğimize, kendi kültürümüze, kendi içimize doğru bir yolculuğa. Kuruja’da önce kale ve müze olarak kullanılan bir yeri gezdik. Orada eski bir Osmanlı komutanı Osmanlı’ya isyan etmiş…bir kaç sene o kalede kalmış. Adı İskenderbey. Adamı baş tacı yapmışlar…bol resimli bakımlı bir müze. Adeta Arnavuytların milli duygularını oluşturmak için suni bir müze yapmışlar sayılır. Tarihi eser adına pek bir şey yok. Müze müdürü kibar bir Arnavut beyefedi idi. Sağolsun bizi o gezdirdi. Kendisi anlattı müzeyi bizim gruba. Tarihi eser adına neyi anlatsa bunun aslı Napolide…bunun orijinali Viyenada…gibi şeyler söyledi. Müze daha çok sonradan yapılmış resim ve heykellerle dolu. Çoğu hayal mahsulü şeyler. Ama sanat açısından oldukça etkileyici. Bu iskender bey dedikleri zat Osmanlı Devletine isyan etmiş ve o yöre halkını örgütleyerek Osmanlı’nın Arnavutluğu bütünüyle fethetmesini 15-20 sene kadar geciktirmiş. Balkan Savaşlarından sonra Arnavutluk kurulurken milli devleti Osmanlıya düşmanlık düşüncesi üzerine kurmuşlar. Adamlar kendilerini Osmanlıdan ayırarak bir millet oluşturma çabası içerisine girmişler. Zira 500 sene b toprakalr Osmanlı hakimiyetinde geçmiş. Dolayısıyla sosyolojik ve kültürel açıdan herhangi bir anadolu kasabasından pek bir farkı yok. Arnavutlarla Türkleri ayırt etmeniz bile zor. Gerçi dilleri farklı ama onun dışında pek çok ortak yön var. Tabi bütün bu olumsuz propogandaya rağmen insanlar Türklere çok sıcak davranıyor. Burada bir kere daha görüyoruz ki günümüzde başta biz olmak üzere bütün insanlık Osmanlı Devleti’nin ortaya koyduğu ırk, kavim, din, dil ayırmadan herkesi kucaklayan yönetim anlayışına ne kadar muhtaç. Acaba bu ruh korunabilmiş olsa bugün ülkemizin ve hatta dünyanın pek çok coğrafyasının içinden çıkılmaz gibi görünen meseleleri tereyağından kıl çeker gibi çözülmez miydi ?

Tabi bu arada şiddetli bir konumist rejim adeta bir kasırga gibi esip geçmiş toplumun üzerinden. Esmiş ve din diyanet adına, insanlık adına ne varsa silmiş süpürmüş. Özellikle müslümanlar bu din düşmanlığı döneminden en çok nasibini alanlar olmuş. Enver Hoca görünüşte tüm dinleri yasaklamış ancak oradakilerin anlattığı kadarı ile en büyük baskıyı da Müslümanlara yapmış. Bugün gelinen noktada özellikle genç nesil dini bilgilerden ve anlayıştan oldukça uzak görünüyor. Bayram, cenaze ve düğün gibi müşterek kültürümüzün en önemli unsurları dahi yıpranmış ve değişmiş. Kutladıkları en büyük bayram yılbaşı imiş. Yılbaşını bizim bayramı kutladığımız gibi uzun uzun kutluyorlarmış. O günlerde aile ziyaretleri falan yapılıyormuş. Cenazelerinde ise merhumun öz geçmişi okunuyormuş, bilen varsa içlerinden bir iki dua okuyormuş, bilen yoksa öylece kaldırıyorlarmış cenazeyi. Sonra da kederleri unutmak için içki ikram ediliyormuş merhumun ailesi tarafından. Kolay değil 50 senelik bir zulüm dönemi…çok şeyler almış götürmüş bu güzel coğrafyanın kültürel ve sosyal hayatından. Ama hala nüfusun önemli bir kısmı en azından Müslüman olduklarını biliyorlar. Bu bile sevinilecek bir şey buralarda.

Bu arada kaleyi gezerken müdür bey önemli bir şey daha anlattı. Bizim halk arasında “Arnavut inadı” diye bilinen ifadenin aslında mitolojik bir hikayesinin olduğunu söyledi ve Arnavutların mitolojik simgesinin Keçi olmasının sebebinin bu olduğunu ifade etti. Tabi Arnavutların kökeni olarak bilinen İliryalıların balkanların en eski milletleri arasında yer aldığını da ifade etti.


Kruja kalesi dağın tepesinde taşlar arasında, kartal yuvası gibi bir şey. Ve bütün şehre hakim. Kalenin hemen yakınında çarşısı ve tekkesi var. Kaleyi gezdikten sonra bir Osmanlı paşasının evini gezdik…tam bir Osmanlı evi…bahçe içerisinde bir avlusu var. Evin hemen altında hayvanlar için bir barınak ve evin çobanları için yatacak yerler. Çeşitli üretim aletleri evin alt katındaki odalarda sergileniyor. Oraları herhalde normalde oturma odaları. Bir kısmı da gerçekten çeşitli evin ihtiyacını karşılayacak faaliyetler için ayrılmış. Bunlar arasında keçe örme makinesi, bir küçük ev değirmeni, zeytin yağı için küçük bir makine…yün eğirme aleti…vs.
Evin üst katında mutfak ve banyo aynı sıcak suyu kullanıyor..banyo dediğim türk hahamı.. su ısınıyor, bir yanında mutfak kullanıyor diğer yanında hamam..ısınan suyun buharı da hamama gidiyor…orayı ısıtıyor. Misafir odası var…odanın üst katında kadınlar için bir kısım yapmışlar..küçük camlarla erkekler odasına bakıyor.

Evde ayrıca bir gelin odası hazırlamışlar…çeyizler serilmiş…mutfak…yer sofrası…ocak…kahve…nargileler misafir odasında…oda çepçevre sedirle kaplı ortasında yer sehpaları var….odada yaşa göre oturma yerleri belirli..en yaşlı olan en köşede oturuyor…en genç giriş kısmında…bir de misafire ikram için içeri kısımla bir bağlantı penceresi var…evin genç oğlu onun yanında oturup servise yardım ediyormuş. Ev tam bir Osmanlı evi…ahşap bir köşk.
Ev şimdi biraz bakımsız durumda..aslında Osmanlıya ait her şey bakımsız…camiler…yıkılmış veya bakımsız…şimdi Arnavutlukta diyanet işleri varmış. imamların maaşını ödüyor ancak camilere bakacak bütçesi yok….
Şehirlerdeki evler de dökülüyor..alt yapı zayıf…üst yapı da zayıf ancak son yıllarda hızlı bir imar hamlesi göze çarpıyor…bir çok şantiyeler var…ama genel manzara halen kötü..yollar dar…ve bakımsız…ancak çok mercedes var..gurbetçileri çokmuş…gençler yurt dışına kaçıyor..orada kazanıp para yolluyorlarmış ülkeye…bu ülke ekonomisi açısından hatırı sayılır bir gelir kaynağı olarak değerlendiriliyor. Bu arada Mercedes arabaların yanında bazı güzel evler de dikkati çekiyor….Tabi arabaların bir kısmı da kaçak veya çalıntı olabilir diyorlar o ayrı mesele.

Daha sona çarşıya gittik. Dar bir sokak ve sağlı sollu küçük dükkanlar. Hediyelik eşyalar satıyorlar. Az da olsa gelen turistler için. Biraz dolaştık çarşıda…hızlıca. Birkaç küçük hediye aldık ve sonra camiye gittik. İmam Arnavut ancak Türkiye’de okumuş, gayet kaliteli bir genç delikanlı. Tahsilli, birkaç dil bilen modern bir Hoca. Adı da İslam Hoca. Yani adı İslam soyadı da Hoca. Burada Hoca soyadı yaygın imiş. Cemaat içerisinden birkaç kişiyle sohbet ettik. Cemaat dediğim birkaç piri fani. Bir tanesinin dedesi Osmanlıda subaymış. Ve Türkler olmasa bizim adımız nikola, sergei gibi şeyler olurdu dedi. Buradaki insanlar, özellikle Müslümanlar Türklere çok yakınlık gösteriyorlar. Sanki yıllardır görmedikleri bir akrabaları gelmiş gibi…doğrusu biz de benzer bir ruh haletindeydik. Sanki yıllardır görmediğimiz..hatta varlığını dahi unuttuğumuz akrabalarımızı yeniden bulmuş gibiyiz. Vaktimiz çok dar…sohbet kısa sürüyor ve camiden ayrılıyoruz.

Camiden sonra iki bucuk saatlik bir yolculuğa başladık…önce çıktığımız dağdan aşağı indik ve sonra İşkodraya doğru yla koyulduk. İşkodra eski merkezi imiş bu bölgenin. Tiran önemli bir yerleşim merkezi değilmiş o zaman. Yol boyu yeşillikler ağaçlar arasında gidiyoruz. Çepçevre dağların arasındaki bir ovada yol alıyoruz ve İşkodra’ya varıyoruz. İlk durak Hasan Rıza Paşa koleji. Hasan Rıza Paşa son İşkodra valisi (Osmanlı zamanında) imiş. Osmanlı Devleti balkan savaşlarını kaybedince Hasan Rıza Paşa’ya da artık vazifen bitti burayı terk ediyoruz sen de gel demişler. O da tarihi bir cevap vermiş. “burası bizim ya mezarımız olur, ya geleceğimiz ama ayıbımız olmaz” demiş ve kalmış bu vatan toprağında. Şimdi onun adına açılmış bir koleje geliyoruz. Tam da onun adına yakışır bir kolej. Bu koleji açan ve orada görev yapan arkadaşlar da tam Hasan Rıza Paşa gibi düşünmüşler, bundan 15 sene kadar önce buralara gelirken, komünizmden çıkmış bu yokluk diyarına. Burası onların ya mezarı olacaktı…ya geleceği ama ayıbı olmayacaktı…olmamış da…

Harika işler yapılmış buralarda. Kelimelerle anlatılacak gibi değil. Burada tarihin bir kırılma noktasına şahit olduğumuzu hissettik adeta. İki yüzyıldır ezilen, türlü belalarla itilen kakılan bir milletin yeniden diriliş hareketine. Yüzyıldır birbirine düşman edilmek istenen iki kardeş milletin yeniden kucaklaşmasına. O okuldaki öğrencilerin yüzünden okunuyordu Türkiye sevgisi. Halbuki resmi tarihleri tamamiyle osmanlı düşmanlığı üzerine kurulu iken. Anadoludan öyle bir el uzamnış ki onlara. Bir şefkat eli…bir dostluk eli…bir samimi el…yüzlerce yıl önce uzatılan alp erenlerin eliyle aynı diyardan…aynı sıcaklıkla ve aynı samimiyetle…onlar da bu ele sımsıkı yapışmışlar…yüreklerini açmışlar bu insanlara…kalplerinde en güzel yere yerleştirmişler Türkleri ve Türkiye’yi. Hani Türkiye’de doğan bütün kardeşleri de keşke ülkemizi bu çocuklar kadar sevse demek geldi içimden.

Bizi okulun kapısında kız öğrenciler (kızçeler) karşıladı….mükellef bir sofra hazırlanmış..yemekten ve masraftan kaçınılmadan…harika bir balık ziyafeti…servisi de okulun öğrencileri yapıyor…
Bu izzet ve ikram…seferber olmuşlar burada…Türkiye’den akadmisyenler geliyor diye..çırpınıyorlar…eli öpülesi öğretmenler…idareciler…öğrenciler..hepsi en yakınlarını ağırlar gibi ağırlıyorlar bizi…mahçup olduğumuzu hissediyoruz. Utandım doğrusu kendimden…bu sevgiye nasıl layık oluruz diye düşündüm.
Yemekten sonra kısa bir gösteri hazırlamışlar bizim için. Önce okul müdürleri kısa bir konuşma yaptı ardından bir grup öğrenci kendini tanıttı. Hepsi üniversiteyi yurt dışında okumak istiyor. Çoğu Türkiye’de okumak istiyor…ve yine çoğu tıp okumak istiyordu…Öğrenciler okudukları okulu ne kadar sevdiklerini anlatmaya başlayınca müdür bey biraz mahcup oldu. Vallahi biz böyle bir şey tembihlemedik dedi. Gerçekten de bu öğrencilerin samimi düşünceleri idi. Okullarını, burada onlar için seferber olan öğretmenlerini çok seviyorlardı. Bir öğrenci “ben bu öğretmenlere emanetim” dedi. Kendilerini çok şanslı hissettiklerini söylediler bu okullarda okudukları için. Hakikaten de bu okullar çöldeki vahalar gibi. Hem maddi imkanları, iç dekorasyonları itibariyle hem de manevi yönü itibariyle…içeriye adım attığınız andan itibaren sanki Türkiye’deki bir koleje adım atmış gibi oluyorsunuz.

Ondan sonra tekrar yola çıktık…İşkodra kalesine..İşkodra Karadağ ile sınır….etrafı karlı dağlarla kaplı…kale de bir yanında Drina nehri sanıyoruz…büyük bir nehir var…hemen kıyısında güzel bir Osmanlı camii..özellikle sular altında bırakılmış….etrafı kazılıp su kanalları oraya sevk edilmiş ki cami su altında kalsın…caminin girişi komple su altında…tabi cami bakımsız..yıkılmaya terk edilmiş…ama hala dayanıyor…tepenin…yalçın kayaların üstünde İşkodra kalesi…bir yanı sur değil doğal kayalar..zaten sura gerek yok, kale dağın tepesinde ve yalçın kayalarla kaplı….

Ama yağmur sebebiyle kaleye çıkamadık….sonra iki saatlik yola çıkarak Turgut Özal kolejine geri döndük…dün akşamki gibi harika bir yemek…ahçı türk…yemekler nefis…tatlı da Seyidoğlu’ndan. Okullardan mezun olan bir Arnavut öğrenci iş adamı olmuş ve Seyidoğlu baklavalarını Arnavutluk’a getirmiş..yemekten sonra kısa konuşmalar yapıldı..özellikle Arnavutlar…Türk kolejinden mezun olmuş…Türkiye de üniversiteyi okumuş…ancak yaşıtlarından farklı olarak bunlar ülkelerine geri dönüp hizmet ediyorlar…kolejde hocaları onlara ülkelerine hizmet etmenin önemini aşılamışlar..onlar da hocalarının yolundan ilerliyorlar..bir de dernek kurmuşlar bu amaçla…dernek bu genç iş adamlarının arasındaki işbirliğini güçlendirmek için…Bu okullardan mezun olan çocuklar oldukça güzel pozisyonlarda iş imkanı buluyorlar.

Daha sonra otele geçtik ve istirahate çekildik. Ertesi gün kongre başlıyordu. Sabah erkenden kongrenin yapılacağı Tirana International oteline gittik. Otel Tiran’ın en eski oteli imiş. Güzel bir otel. Kongre salonu hınca hınç doluydu. Basın, önemli davetliler, çok sayıda akademisyen. Görkemli bir açılış töreni oldu. Biz, abim ben ve Ahmet Çalışkan biraz durduktan sonra dışarıda kahve içmeye gittik. Tiran meydanı ve onu çevreleyen 1 km karelik alan Arnavutlukta gördüğümüz şehre benzer tek yerdi. Onun dışında kalan yerler savaştan çıkmış gibi. Meydanda bir kafede expresso içtik. Arnavutlukta çay adeti pek yok türk kahvesi de aslında geleneksel kültürlerinde var ancak şu an pek yaygın değil. Buralarda İtalyan etkisi göze çarpıyor. Onun için de expresso veya onun kremalı yapılan şekli galiba maggiato diyorlar, yaygın ve güzel yapıyorlar. Tiran meydanı bizim taksim meydanının 30-40 sene evvelki resimlerini andırıyor. Eski Türk filmlerinden kopup gelmiş gibi sanki. Biz de tarihte bir yolculuğa çıkmış gibiyiz. Meydanın ortasında bir heykel var. Etrafında çeşitli binalar. Bir yanında otel, bir yanında tarihi bir cami, bir yanında büyük bir opera binası ve diğer binalar. Tiran Enver Hoca zamanında bir yıldız şeklinde planlanmış. Bu meydan da yıldızın tam ortasında yer alıyor. Yıldızın beş koluna da meydandan sokaklar çıkıyor. Zaten şehrin gördüğümüz en güzel caddeleri meydana çıkan bu caddelerdi.

Daha sonra oturumlara geri döndük. Bir süre oturumları takip ettik. Sonrasında yemeğe geçildi. Yemekte salata, buğdaydan yapılmış bir yemek ve balık vardı. Ancak servis oldukça uzun sürdü. Oturumlar da uzayınca günün sonunda 2 saatlik gecikme ile kongrenin ilk günü tamamlandı. İlk gün açılış konuşmaları ve özel davetli Hocaların konuşmaları tek salonda yapıldıktan sonra oturumlar iki salonda paralel olarak devam etti. Büyük çoğunluğu Türkiye’den olmakla birlikte çeşitli ülkelerden gelen akademisyenler gün boyunca bilimsel tebliğlerini sundular. Hepsini takip etmek mümkün değildi tabi ancak oldukça güzel tebliğler vardı. Bu arada kongrenin genel olarak fevkalade organize edildiğini söylemeden geçemeyeceğim. Bir kere kayıtlar kısa sürede yapıldı. Her akademisyene kongre programı, bildiri kitapçığı ve not defterinin de içinde olduğu çantalar verildi. Bunlar uluslar arası her kongrede standart olarak olan şeyler olsa da bu kongrenin 3 aydan daha kısa bir sürede organize edildiği düşünülürse ne kadar takdire şayan olduğu aşikârdır.

Biz bu kongreye iki tebliğ yollamıştık. Bunlardan ilkini abim sundu. Oldukça geç saatlere kalan oturumda maalesef tebliğ sunanlardan başkası kalmamıştı. Sabahtan beri devam eden yoğun tempodan yorgun düşmüş insanlar ya otelin lobisinde bir köşeye çekilerek dinleniyor ya da dışarıda biraz hava alıp ihtiyaçlarını gideriyorlardı.

Bu arada dikkati çeken ve beni düşündüren bir başka husus da kongrenin bir uluslar arası kongre olmasına ve dilinin İngilizce olmasına rağmen dinlediğim akademisyenlerin bir kısmının (azımsanmayacak bir kısmı) bırakın İngilizce bir bilimsel tebliğ sunmayı, sunumu İngilizce okumakta dahi zorlanmaları idi. Bu da bazı sunumların kalitesini olumsuz yönde etkiledi. Aynı şahıslar Türkçe konuşmaya başlayınca konuya hakimiyeti ile dikkat çekerken İngilizce de çok zorlanıyordu.

Akşam planlanandan iki saat kadar bir gecikme ile Turgut Özal Kolejine vardık. Arnavutluk’ta dikkatimi çeken bir başka husus da sokakların gece karanlık olmasıydı. Gece olunca her yere bir karanlık çöküyor adeta. Bir tek Tirandaki meydan ve onun çevresi hariç hemen hemen gördüğümüz her yer gece karanlığa bürünüyor. Sokak lambaları yok denecek kadar az. Evlerden de fazla bir ışık sızmıyor dışarıya.

Kolejde yine harika bir ziyafet bizi bekliyordu. Yemeğin ardından yine konuşmalar yapıldı. İntibalar anlatıldı. Bir de Türk kolejlerinde enfes Türk yemekleri ile birlikte demli çay içmenin keyfini yaşıyorsunuz. Başka bir yerde demli çay bulmak herhalde mümkün değil.

Cumartesi günü sabahtan Epoka Üniversitesine geçildi. Kongrenin ikinci gün oturumları bu üniversitenin dersliklerinde 4 paralel oturum şeklinde devam etti.

Bizim ikinci tebliği ben sunacaktım ve oturum 30 dakika kadar gecikme ile başladı. Oturum bittikten sonra öğle yemeğine geçtik. Yemeğe gecikme dolayısıyla geç kaldık. Tam yemeğe oturmuştuk ki, Epoka Üniversitesi tarafından düzenlenen tanıtım programı için yola çıkma vakti gelmiş. Hemen sofradan kalkıp otobüslere bindik ve tanıtım toplantısının yapılacağı Sharaton oteline gittik. Amaç öğrenci adaylarına üniversiteyi tanıtmak bu arada da Türkiye’den gelecek Hocaları onlara göstererek adeta bir gövde gösterisi yapmak. Gerçekten bu tanıtım organizasyonuna da yoğun bir ilgi vardı. Salon tamamen dolmuştu. Biz gittiğimizde kapıdaki görevli arkadaş kibar bir dille “hocam maalesef sizin için oturacak yer bulmamız mümkün değil ancak programı arkada durarak takip edebilirsiniz” dedi. Tabi biz buraya programı takip etmeye değil bir faydamız olursa diye geldiğimiz için teşekkür ederek abimle ikimiz oradan ayrıldık. Akşam Epoka’da mangal partisi olacağını biliyorduk. Organizatör arkadaşımıza bizi sharaton’da beklememelerini akşam Epoka’da buluşacağımızı söyleyerek oradan ayrıldık. Sharaton meydana yakın bir yerde. Kısa bir yürüyüşle meydana vardık ve bir kafeye oturup expresso ısmarladık. Ancak öğle yemeğini de yiyemediğimiz için karnımız da acıkmıştı. Maalesef Tiran bilmediğiniz yerlerde yemek yemek açısından uygun bir yer değil. Özellikle etlerin helal olup olmadığı konusunda ciddi şüphelerimiz vardı. Bu sebeple kahvenin yanında bir kruvasan ile iktifa ettik.
Ancak yürüyüş esnasında çokça dönerciye ve börekçiye rastladık. Ancak dönerleri hiç de iştah açıcı görünmüyordu doğusu.

Dikkatimizi çeken bir başka husus barların çokluğu idi. Komünist rejim bütün doğu bloku toplumlarda olduğu gibi Arnavutları da içki müptelası yapmış. Bize rehberlik yapan kıymetli hocamız[1] bazılarının sabah kahvaltısında dahi alkol içtiğini belirtiyor. Her köşe başında bir bara rastlıyorsunuz. İçki satmayan bir yiyecek dükkanı neredeyse hiç görmedik.

Kahvemizi içtikten sonra meydandaki camide namazlarımızı kıldık. Doğrusu pek çok camide namaz kılmışımdır. Ancak buradaki bu ecdat yadigârı tarihi camide kıldığımız namaz hakikaten bizi başka bir dünyaya alıp götürdü. Buradaki camilerin imarına vaktiyle Suut Hükümeti destek vermiş diyorlar. Cami içerisinde gördüğüm Kuran-ı Kerim’ler de onlar tarafından bağışlanmış.

O gün akşama kadar meydan civarında yürüyüş yaptık. yol üzerinde bir tatlıcıya girdik. Garson bize kendilerine özgü bir tatlı yememizi tavsiye etti. Arnavutluğun spesiyali imiş. Görüntüsü hiç de yabancı gelmiyor nedir bu deyince “şekerpare” dedi. Tamam dedik size özel ! bu tatlıdan yiyelim bakalım dedik. Şekerpareyi aynen bizim gibi yapıyorlar tek farkı boyutu biraz büyükçe idi.

Akşam Epoka’ya mangal partisine döndük. Ancak biraz geç kalmışız. Hemen herkes yemeklerini bitirmişti. Neyse biz de gidince nefis pişmiş etlerden hemen servis yaptılar. Biz de afiyetle yedik doğrusu. Yemeğin yanında da ayran ikram ettiler. Programda ikram ve ağırlama kısmı gerçekten oldukça özenle hazırlanmıştı. Hiç emekten ve masraftan kaçınılmamış. Bir hocamızın ifade ettiği gibi bizi şımartacak kadar fazla bir ilgi, alaka ve itibar gördük.

Yemekten sonra kapanış programı yapıldı. Bir konferans salonunda önce Arnavut öğrenciler Türkçe şarkılar ve şiirlier okudular. Daha sonra çeşitli konuşmalar yapıldı. Özellikle İlber Ortaylı Hocanın konuşması tarihi bir konuşma niteliğindeydi . Hoca özetle Balkanların ve özellikle Arnavutluğun tarihini, buradaki kültürel yapının zenginliği ve bu zenginlikte Osmanlı Devletinin katkılarını anlattı. Daha sonra buralarda açılan Türk okullarının önemine vurgu yaparak buralarda çok iyi Türkçe bilen öğrencilerden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Bir de programı sunan Arnavut öğrencilerin tavırları dikkatimi çekti. Son dere samimi ve rahatlar. Gayet kendilerine güvenli ancak bir o kadar da yalın insanlar. Güzel Türkçe biliyorlar. Aynı zamanda hiç beylik laflar etmeye kalkmadan içlerinden geldiği gibi konuşuyorlar. Çok takdir ettim doğrusu.

Kapanış programından sonra otellere geri dönüldü. Ertesi sabah Tiran’da teleferik gezisi planlanmıştı. Sabah erken saatte kahvaltımızı edip yola koyulduk. Teleferikler gayet modern. Küçük küçük ama çok sayıda teleferik var. Teleferikle Tiranı çevrelen dağa çıktık. Manzara gerçekten nefes kesici idi. Burada biraz yürüyüş yaptık ardından minibüslerle tiranı tam cepheden gören bir restorana gittik. Orada harika manzaraya karşı kahve içtik. Tiran Enver hoca zamanında bir yıldız şeklinde kurulmuş. Sonra yeni yapılarla bu yıldız bozulmuş ancak hala açık biçimde belli oluyor. Ardından yine teleferikle otobüslere dönerek havaalanının yolunu tuttuk. Ancak biraz gecikmeli hareket ettiğimizden (teleferikte toplanmak falan zaman aldı herhalde) uçağa yetişmek için az vaktimiz kalmıştı. 1:20’de kalkacak uçak için biz 12:20’de hareket ettik. Buna bir de trafik eklenince normal saatinde uçağa yetişme şansımız kalmadı. Nitekim saat 1:00 de havaalanında idik. Tabi check in falan derken uçağa binişimiz 1:50’yi buldu. Neyse ki grup olduğumuzdan (uçağın neredeyse tamamı bizim gruptu) bizi beklediler. Uçağa bindik ve uçak kalktı. Kısa bir yolculukla İstanbula geldik. Arkamızda güzel duygular bırakarak, yüreğimizin bir parçasını adeta orada bırakarak evimize döndük.

Bu güzel yolculuğu tek cümleyle özetlersem şunu söylerim “yaslı gittim şen geldim”. Gerçekten ülkemizde yaşanan çeşitli siyasi bunalımlar ve dar çekişmeler giderken gönlümüzü bunaltmıştı. Bu yolculuk bir terapi gibi geldi sanki. Ufkumuz gelişti. Gönlümüz ferahladı. Emeği geçen herkese teşekkürlerimi iletiyorum.
[1] Kolejlerde öğretmenlik yapan arkadaşlar bize gönüllü rehberlik yaptılar…vakitlerini, günlerini, gecelerini bize ayırdılar…kapılarını ve gönüllerini bize açtılar. Burada kaldığımız şu 4-5 günlük sürede bu insanların fedakarlıklarını görünce bu hizmetlerin neden bu kadar başarılı olduğunu insan daha iyi anlıyor. Arkadaşlara şöyle bir baktığınızda gayet mütevazi insanlar görüyorsunuz. Böylesine bir hizmeti yürütecek bir kadro görülmüyor. Ancak işin sırrı zannedersem samimiyette. Öylesine ihlaslı ve samimi gayret gösteriyorlar ki…insan kendinden utanıyor.